18 Mayıs 2012 Cuma

Masumiyet Müzesi



“ Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum...” cümlesiyle başlayan bana Orhan Pamuk’u sevdiren kitap. Aylarca etkisinden kurtulamamıştım. Kitabı bitirdiğimde kapağı kapatıp bir sigara yakıp bana “Adam sevmiş be ...” dedirten kitap. Hala daha beynimde o kadar adeta yaşamışı kadar net sahneler var. Füsun’ un kırmızı elbisesiyle otelde yemek salonuna inmesi, Kemalle Sibel’in Hilton’daki nişanı, Şanzelize Butik benim için o kadar net görüntülerdiki. Bu kitap ne olursa olsun benim için çok farklı bir yerde olacak.

Kitabın olay örgüsü şöyle:
Tekstil zengini Basmacı ailesinin iyi okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal'in Sibel ile nişanlanmaya doğru giden bir ilişkisi vardır. Sibel'e çanta almak için gittiği dükkânda yıllardır görmediği 18 yaşındaki uzak akrabası Füsun ile karşılaşır. Füsun'dan etkilenen Kemal, zamanla Füsun ile buluşmaya ve birlikte olmaya başlar. Füsun tezgahtarlık yapmanın dışında üniversite sınavlarına hazırlanmakta ve Kemal ile birlikte matematik çalışmaktadır.
Günler süren buluşmaları Kemal'in Sibel ile nişanlanmasından sonra kesilir. Kemal, Füsun'u Merhamet Apartmanındaki aynı dairede aynı saatte sürekli beklemektedir; fakat Füsun, buluşmaya gelmemektedir. Füsun'a ulaşamayan Kemal mutsuz günler geçirmeye başlar. Sibel'den ayrılır ve Füsun ile seviştiği dairede Füsun'un eşyaları ile birlikte zaman geçirir.
Kemal'in babasının ölmesiyle Füsun'dan Kemal'e taşındıkları evin adresini içeren bir not gelir. Kemal, verilen adrese gittiğinde Füsun'un evlendiğini öğrenir. Füsun'un beş ay önce evlendiği kocası Feridun, Füsun'a çocukluğundan beri âşık, şişman ve sevimli, işsiz bir genç sinemacıdır. İlerleyen zamanlarda Kemal, Füsunlara gidip gelmeye başlar ve Füsun'un kendisine ulaşmasının asıl nedeninin kocasının çekeceği Yeşilçam filmi nedeniyle duydukları sermaye ihtiyacı olduğunu anlar. Kemal, Füsun ile olan ilişki kopmasın diye Füsun'un başrolünde oynayacağı, Feridun'un çekeceği filmin finansörü olmaya karar verir. Füsun, Kemal ve Füsun'un kocası Feridun, akşamları beraber yazlık sinemalara gidip film izlemektedirler. Füsun, Kemal'i eve davet etmesine rağmen, ona yakın davranmamaktadır. Nadiren anlık yakınlaşmalar olsa da ortak geçmişlerine dair bir işaret vermemesi Kemal'i ondan uzaklaştırmamaktadır. Füsun'un annesi Nesibe Hanım'ın, Füsun'un evliliğinin namusu kurtarmak için yapılmış geçici bir ilişki olduğunu anlatması ve er geç Füsun'la birlikte olacaklarını ama sabırla beklemesi gerektiğini öğütlemesi Kemal'e şevk vermektedir.
Kemal zamanla Füsun'u bir gün kaybedeceği korkusuyla ona ait nesneleri gizlice alarak biriktirmekte ve suçunu örtmek için her hırsızlık ertesinde eve değerli hediyeler getirmektedir.
Kemal, Füsun'un başrolünde oynayacağı film için Limon Filmcilik'i kurar. Fakat ne Kemal ne Feridun Füsun'un filmde oynamasını isterler. Onun yerine daha sonraları Feridun'un gönül verip yaşamaya başlayacağı Papatya'yı seçerler. Film başarı getirir, fakat Füsun ile Feridun'un evliliği kopmuştur ve Kemal de bu sonuçtan memnundur.
Füsun'un babasının ölmesiyle Kemal ve Füsun birlikte olmaya doğru adım atarlar fakat Füsun, kendisinin Kemal'in ailesine, arkadaşlarına Kemal tarafından takdim edilirse ve söz, nişan, nikâh, düğün törenlerini yapılırsa evleneceğini söyler. Önce sözlenirler sonra Füsun, Kemal ve Füsun'un annesi Paris'e gitmek için arabayla yola koyulurlar. Babaeski'de Edirne yoluna bakan bir otelde dinlendikleri gecenin sabahında Füsun'un kullandığı ve Kemal'in de bulunduğu araç kaza yapar. Füsun ölür, Kemal ise ağır yaralanır. Kemal iyileştikten sonra, yıllar boyunca topladığı eşyayı sergileyeceği bir müze açmaya karar verir. Fusünların Çukurcuma'daki evini müze haline getiren Kemal, müzenin kataloğunu roman biçiminde yazılması için yazar Orhan Pamuk'a teklif götürür ve Pamuk kitabı yazmayı kabul eder. Başından itibaren birinci tekil kişi anlatımıyla ilerleyen kitabın son sayfalarında, Kemal sözü kitabın kahramanı olan yazar Orhan Pamuk'a bırakır. Pamuk, Kemal'in ölümünü de anlatarak kitabı sona erdirir.


                                              VOGUE TÜRKİYE EKİM 2010 SAYISI

                                    





Fotoğrafçı Sophie Delaporte Vogue Türkiye’nin Ekim sayısında Masumiyet Müzesi’ni yorumlamıştı.  Kesinlikle en sevdiğim Vogue sayılarındandı.









KİTABIN MÜZESİ


4 yıl aradan sonra sonunda müze açıldı ve bende hemen gittim. Fakat benim için tam olarak bir hayal kırıklığıydı. Kitap dışında Orhan Pamuk’un herhangi bir söyleşi vs. dinlemediğim için tamamen kurgu olan kitabın gerçek olduğuna inanmışım ben. Ama ben bir kitabın kurgu ya da gerçek olduğunu anlayabilmek için kitabın dışına çıkmaya şiddetle karşı çıkıyorum. Müzedeki görevlide bana gerçek olduğunu savundu. Kendimi resmen aldatılmış hissettim müzede. Müzede kitabın her bölümünü temsil eden bir vitrin yer alıyor. Bu vitrinin içinde bölümde yer alan simgesel eşyalar yer alıyor. 




Fakat bu vitrinlerin bir kısmı tamamlanmamış. Buna rağmen müze açılmış. Yani bir romanın müzesini yapmak bence filmini çekmek kadar hassas. Bu anlamdada müzeden istediğimi alamadım. Füsun’un inci küpeleri, kıyafetleri, saç tokaları beklediğimden çok farklıydı. Yine benden  kitabın kapağını fotoğraflamam istense sanırım bir izmarit yığını fotoğraflardım. Fakat müzede izmarit yığını yerine izmaritlerin çekiminden oluşan bir video görmekte yine beni hayal kırıklığına uğrattı. Ayrıca Füsun’un kitapta geçen fotoğraflarından hiçbirisi yok. Sadece gazetede güzellik yarışmasına katılan kızların bir fotoğrafında Füsun yer alıyor, fakat bu fotoğraf bile o kadar özensiz seçilmişki, o dönemde sarışın olan Füsun, fotoğrafta esmer. Tüm bunlar birleşince müze benim için tam olarak hayal kırıklığıydı, “hayatımın en mutsuz anıymış, bilmiyordum…” diyerek bu müze maceramı noktalıyorum :)

PTT Müzesi

Uzun zamandır merak ettiğim PTT Müzesi'ne yaklaşık 3 hafta önce arkadaşım Tamay'ın müzeler ve müzecilik dersi ödevi sebebiyle gittik. 6 Mayıs 2000 tarihinde hizmete açılan PTT Müzesi, giriş ve zemin katla birlikte 3 kattan oluşuyor. Müzeye giriş ücretsiz. Sirkeci Büyük Postane yanında bulunan müze haftaiçi hergün 08.30- 12.30 ve 13.30-17.30 arasında açık. Fotoğraf ve video çekmek yasak. Kütüphane, cafe, restaurant ve müze mağazası bulunmamakta.  


Müzeye ana kapıdan girince danışma ve mankenler üzerinde modern postahane personeli kıyafetleri görülmekte.








Müze hakkında bilgi verici bir yazı gelenleri karşılamakta. Giriş katında ilk girilen salonda posta kutuları, soğukçeşme kaleburnundaki ilk telgraf merkezlerinin kapı levhası (1855), beyoğlu ptt binası giriş camı (1875), osmanlı tuğraları (1884), büyük bir tartı, büyük postane yanındaki halk yazı masası, posta güvercini heykeli ve resmi, haberleşme çeşitlerini anlatan Halil Say’ın resmettiği (ateşle, elden ele, posta güvercini ile ve köpek ile haberleşme çeşitleri) yağlıboya tablolar yeralmaktadır . Bunun yanında ilk posta tatarlarına ait fotoğraflar ve Ara Güler tarafından çekilen beyoğlu ptt binasının bir fotoğrafı yeralır.




1.     kata çıkarken merdivenlerde mankenler üzerinde postahane personeli kıyafetleri görülmekte.

1. KAT 
Bu katta Manastırlı Hamdi Bey'in Odası ve pul bölümü bulunmaktadır. 1910-1920 yılları arasında
çizilmiş fakat basılmamış hat sanatıyla oluşturulmuş pul eskizleri ve pul teşhir panolarında pul
koleksiyonları sergilenmektedir.
1863 tuğralı ilk pullar bu katta yer almaktadır.


                                          







Telgrafçı Manastırlı Hamdi Bey (Ahmet Hamdi Martonaltı), İstanbul’un İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiği 16 Mart 1920 günü işgal haberini ve gelişmeleri milli mücadelenin lideri Mustafa Kemal’e ileterek tarih sahnesine çıkmış telgraf memuru.
İşgalden sonra İstanbul'dan kaçıp Kurtuluş Savaşı boyunca telgrafçı olarak cephede görev yapmıştır. Savaştan sonra İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiş; 1927’de Mustafa Kemal, Millet Meclisi kürsüsünde okuduğu Nutuk’ta onun kahramanlığına yer vererek kendisini onurlandırmıştır.


2. KAT
                Posta bölümü; 
                Postada kullanılan damga ve mühürler
                Osmanlı döneminde kullanılan posta çantaları
                Posta tatarlarının kullandıkları silahlar  ve bu tatarların bibloları sergilenmektedir.
                Otomatik damga makineleri
                Posta tatarları için dağıtım güzergahı haritaları.




Telgraf,Telefon ve Santral Bölümü; 
Müzenin Telgraf ve Telefon bölümünde; ilk defa 9 Eylül 1855’te Edirne-Şumnu arasında çekilen ilk telgraf hattı, 1881`de Soğukçeşme ile Yeni Cami postane binası arasındaki ilk telefon tesisatından bu yana kullanılan mostar, Hük telgraf cihazları, elektro-mekanik ve elektronik telem primor cihazları, çeşitli telefonlar, manuel ve otomatik telefon santralleri ile PTT fabrikalarında yapılmış telefonlar sergilenmektedir.



SUNUM TEKNİKLERİ
Müzedeki eserlerin bazıları vitrinde cam içinde, bir kısmı ise mekanın orjinalliğini bozmadan doğal görünümünde bantla çevrili olarak sergilenmekte. Aydınlatma genel olarak pencere ışığı, doğal ışık ile aydınlanmakta. Eserlere dokunulması yasak.
Eserlerin etiketlerinde kısaca tanımlamaları ve tarih vardı, fakat herhangi bir açıklayıcı bilgi yok. Çok büyük beklenti içinde olmamakla birlikte gidip görmekte fayda var.  




29 Nisan 2012 Pazar

Şahane Misafir


Şahane Misafir

Yönetmen: Ferzan Özpetek
Oyuncular: Elio Germano, Beppe Fiorello
Film İtalya,Türkiye - Dramatik komedi

 Sonunda beklediğim Ferzan Özpetek’in son filmi Şahane Misafir (Magnifica Presenza)’i izleyebildim. Ferzan Özpetek’in son 3 filminde tam olarak aradığımı bulamama rağmen bu filmi beni yine kalbimden vurdu.
   Şahane Misafir, hayatını bir fırında/pastanede kruvasan yaparak kazanan Pietro'nun öyküsünü anlatıyor. Pietro, aşık olduğu adamın peşinden Roma'ya gelmiş, uzun vadede oyunculuk yapma hayalleri kuruyor. Kuzeninin yardımıyla kendine bir daire tutuyor. Yalnız yaşamaya alışık olmadığından, bu onun için yeni bir hayatın başlangıcı. Ancak takıntılı ve hayal dünyasında yaşamaya fazla meyilli biri Pietro. Şimdi böyle birinin başına gelebilecek en talihsiz durum, yeni evini bir grup hayaletle paylaşmak herhalde.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ünlü bir tiyatro kumpanyası olan Apollonio grubu, o zamanlardan beri bu evin içinde mahsur kalmış. İşin kötüsü, ölü olduklarının veya ne kadar vakit geçtiğinin farkında değiller. Dışarıda hala bir savaşın sürdüğünü zannediyor, yakınları için endişeleniyorlar. Pietro da onlara yardım edebilecek tek kişi.




Özpetek, hayaletli ev filmi kalıplarını kendi temalarıyla birleştirip keyifli bir komedi/drama çıkarıyor ortaya. Pietro'nun özgüven sorunlarını yenmesi ama bu sırada çevresindekiler tarafından deli muamelesi görmesi, tiyatro grubunun geçmişine dair esrar perdesinin aralanması, pırıl pırıl bir işçilikle aktarılıyor perdeye.
 Film sürprizlerle dolu özellikle travesti ve transeksüellerin çalıştığı, Sezen Aksu şarkısıyla hepten coşup bambaşka bir dünyaya dönüşen trikotaj atölyesi sahnesi mesela, buna en güzel örnek.
Apollonio tiyatrosu oyuncularının sonu ölümle bitmiş özgürlük mücadelesi ve buna sebep olan kişi üzerinden, hayatta "salt" sanattan daha önemli şeyler olduğunu söyleyip kendince politik bir tavır da alıyor. 
Cem Yılmaz filmde kilit bir rolde oynamıyor. İtalyan bir kadınla evlenip Roma'ya yerleşmiş olan Yusuf, hayaletlerden biri sadece. Diğerlerinden daha fazla komedi sahnesi yazılmış tabii ona ama yine de yan bir rol Cem Yılmaz, zaten istisnasız başarılı bir oyuncu kadrosu içinde, üstüne düşeni layıkıyla yerine getiriyor. Bu arada son derece düzgün bir İtalyanca ile oynuyor olması da takdire şayan. Ancak filmin yıldızı, başroldeki Elio Germano. Vücut dilinden mimiklerine kadar, gerek komik gerekse duygusal sahnelerde dört dörtlük bir performans veriyor oyuncu.

Neticede keyifli bir seyirlik Şahane Misafir... Pietro'nun komşusuyla arasında başladığını sezdiğimiz yakınlaşmayı ille bir finale bağlamaya gerek duymaması, seyirciye kafasında tamamlayacağı bir şeyler bırakması da Özpetek'in ne kadar rahat ve kendine güvenen bir öykücü olduğuna yorulabilir. 

28 Nisan 2012 Cumartesi

Lüküs Hayat


Yaklaşık 2 haftadır üzerine yazmak istediğim Lüküs Hayat’tab bahsetmek istiyorum bugün. Evet sonunda Lüküs Hayat’ı izleyebildim.
 Dile kolay tam 26 yıl. Evet “Lüküs Hayat” Opereti 26 yıldır sahnelerde oynanıyor.
    1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş bir operet olan Lüküs Hayat’ı bilmemek mümkün mü? Şarkısını duymayan biri var mıdır sanmıyorum.

 
“şişli’de bir apartıman
yoksa eğer halin yaman
nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar
iki tane otomobil
biri açık, biri değil
aşçı, uşak, hizmetçiler
dolu mutfak, dolu kiler
hanım gider, sen gidersin
gündüzleri çaydan çaya
gece olur, davetlisin
ya dineye ya baloya
hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat
yaz gelince adadasın
mayo giymiş kumlardasın
etrafında güzel kızlar
canın çeker, burnun sızlar
hanım motorla dolaşır
hanım serbest, kim karışır
takarsın şeyleri bazı
dünya böyle sen ol razı
sen de kendi hesabına
topla akşam etrafına
sarıları, esmerleri
kır şampanya kadehleri
hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey,
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat”

    
    Usta oyuncu Zihni Göktay 26 yıldır başrolde oynuyor.Kendine has uslübuyla seyirciyi gülmekten kırıp geçiriyor.

   Gerçi oyun 1933 yılında yazılmış. Oysa Zihni Göktay’ın sözlerinin bir çoğu günümüz insanını anlatıyordu. Taşlamalar bu gün için yapılıyordu. Örnek olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta “One Minute”, “Ben bir daha Davos’a gelmem” sözü “Ben bir daha bu konağa gelmem” şeklinde veriyordu.
    "Lüküs Hayat” Opereti, aslında, kültür çatışmasını ele alan bir oyun. Türk Toplumunun Batıcılık anlayışının yanlışlarını dile getiren ve bu anlamda da içine düştüğü komik durumu dile getiren bir oyun.

    Daha Osmanlı döneminde gerilemeye başlayan devletin, çıkış yolunun Batı’da olduğuna karar verilmiş ve Batı’ya öğrenciler göndererek oradaki tekniğin, ilimin, bilimin ülkeye getirilmesi istenmiştir. Ama bu düşünce, yanlış algılanarak batıcılığın sadece dış görüntüsü alınmış ve taklit yaparak o anlayış ortaya konulmaya çalışılmıştır. Tabii böyle olunca da bir çok komik durumlar ortaya çıkmıştır.

    Türk Toplumunun Batı ile yüzleşmesi sonucunda ortaya çıkan gülünç yönler bu oyunda ele alınmıştır. İnsanlar, kendilerini modern, alafranga göstermek için Batının yaptığı hareketlerin aynısını; hatta daha da ileriye giderek yapmaya başlamıştır. Tangolar, balolar, partiler...

    Psikolojik olarak bakılacak olursa insanların bazen kendilerini kendilerinden daha üstün kişilerin yerine koyduklarını söyleyebiliriz. Bu durum toplumlarda da kendini gösterir. Bazı geri toplumlar, kendilerini, bazen kendilerinden daha üst seviyede bulunan zengin toplumların yerine koyabilirler. Bu da gülünç durumlara yol açabilir. İşte “Lüküs Hayat” bu durumu ortaya koymak için yazılmış çok güzel bir eser.

    Rıza ve Fıstık zengin evlerini soyan, küçük hırsızlıklarla geçimini sürdürmeye çalışan ve bu nedenlerle durmadan karakola düşen iki kişidir.

    Bir gün bir konaktan elmas çalmak üzere işe koyulurlar. Girdikleri evde bir maskeli balo vardır. Bu nedenle Rıza ile Fıstık’ın kim olduğu şüphe çekmez. Rıza’yı ünlü, çok zengin Zonguldaklı işadamı Rıza zannederler. Ve böylece “Lüküs Hayat” başlar.

    İkili, Batılılaşma özentisi içine düşmüş kişilerin arasına düşmüştür. Aslında orada bulunanların hepsi de zengin olmayan, ama kendilerini olduklarından fazla göstermeye çalışan yiyici takımıdır. Kendilerinden pek fazla farkları yoktur.

    Oyun tamamen çıkara dayanan, insan sevgisinin olmadığı, adalet kavramının kalmadığı mesajlarla yüklü. Bunu Rıza, Fıstık için söylediği “Bir koyun çalanı 30 yıl hapse atarlar. Sürüyü götüren ile ticaret yaparlar” sözleriyle dile getiriyor.

    Oyun, müziklerle, efekt ve ışıklarla göz dolduruyor. Kalabalık bir kadrosu var. 3 saat boyunca sıkılmadan, büyük bir zevkle izleniyor.

    Oyun sonunda oyuncuların selamlamaları ile birlikte slayt gösterisi yapılarak , bu oyunda daha önce rol almış ve bu dünyadan göçmüş sanatçılar gösteriliyor. Tabii bunlar arasında Suna Pekuysal çıkınca herkes duygulanıyor. Herkesin gözleri doluyor ve bir alkış tufanı kopuyor...

    Oyunun yönetmeni Haldun Dormen, koreografi Selçuk Borak, Sahne Tasarımı Canan Göknil, Yönetmen yardımcısı Savaş Barutçu

    Oyuncular: Zihni Göktay, Şenay Saçbüker, Savaş Barutçu, Ayşegül İşsever, Münir Kutluğ, Derya Kurtuluş, Cem Karakaya, Aslı Aybars, Ali Gökmen Altuğ, İrem Arslan Aydın, Uğur Arda Aydın, Çağrı Hun, İlhan Kilimci, Betül Kızılok, Tuğrul Arsever, Ümran İnceoğlu, Samet Hafızoğlu, Yılmaz Arda Alpkıray, Doğan Şirin, Özgür Dağ, Müge Çiçek, Nurseli Tırışkan, Ceysu Aygen.



19 Nisan 2012 Perşembe

31. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ



Bu geçen film festivaline filmekimi kuyruğunda 6 saat bekledikten sonra gitmeme kararı almıştım. Fakat tesadüfen günler sonra gişeye sorduğumda bilet bulunduğunu söylediler ve bende 4 filme bilet aldım. Aşk Perisi, Tepedeki Ev, Mutluluğa Boya Beni ve Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir. İlk filme annem geldiği için gidemedim ve onu arkadaşıma verdim, diğerini ise arkadaşımın yurtdışından gelen ıphoneunu pasaportuma işlettirme sırasında 1 günüm heba olduğu için kaçırdım. İlk izlediğim film Mutluluğa Boya Beni idi. Ve o kadar şanslıyımki filmin yönetmeni ve yazarı da gelmişler Fransadan.


MUTLULUĞA BOYA BENİ (LE TABLEAU)

Fransa, 2011 yapımı Mutluluğa Boya Beni: Yönetmen Jean-François Laguionie. Laser altyazılı bu güzel canlandırma filmde, tastamam'lar, yarım'lar ve eskiz'ler bir tablonun içinde yaşamakta, boyanmışlıklarına göre belirlenmiş hiyerarşinin sıkıntısını çekmekteyken, içlerinden bir kaçı tabloyu tamamlaması için ressamı bulmaya yola düşerler. Senaristin yaklaşmakta olan Zamanların Sonu'nda deneyimleneceğini düşündüğü bir üst boyuta geçişi çağrıştıran, -dikeyde ve yatayda- tablolardan tablolara geçerek yaptıkları yolculuğun bir yerinde boyalar ve fırçalar bulurlar. Sonunda biri, daha az zahmetli olduğu için artık manzara resimleri yapmakta olan ressamı deniz kıyısında bulur, kısa bir sohbet sonrası yine yola koyulur; bu kez amacı ressamı kimin boyadığını bulmaktır.

Le Point dergisinin “Yılın en yaratıcı ve şiirsel Fransız filmlerinden biri” diye nitelediği Mutluluğa Boya Beni (Le Tableau), iktidara dair en güzel sorgulardan birinin örneğini sunarken, sınıfsal, etnik fark etmeksizin tüm ayrımcılıkların köküne bir soru işareti bırakırken, animasyon türündeki en muhalif işlerden birinin bu kadar naif bir dili olması, gerçeklik, gerçeğin ötesi gibi fazlasıyla felsefi kavramları da ele alan filmin en önemli avantajlarından biri haline geliyor.

Film uzun zamandır izlediğim en iyi animasyondu. Her detayı beni büyüledi. İnsan her karede ayrı bir metafor buluyor ve ben nasıl bunu düşünemedim dercesine kıskanıyor.



EKÜMENOPOLİS (UCU OLMAYAN ŞEHİR)

“İstanbul Film Festivali tarihinde Ulusal Yarışma'ya katılan ilk belgesel olan 'Ekümenopolis' 'büyüme yalanı' altındaki İstanbul'un neo-liberal politikalarla nasıl bir yıkıma gittiğini gözler önüne seriyor. Gökdelenler, gecekondular, tüneller, köprüler, tarihi binalar arasında dolaşan kamera İstanbul'un geleceği ve İstanbul'a sahip olanlar hakkında çok şey söylüyor. Hep söylediğimiz gibi Emek Sineması'nın kapatılmasının nedeni de, gökdelenlerin AVM'lerin çoğalmasının nedeni de aynı çünkü” şeklinde özetlenen film, İstanbul’daki kentsel dönüşüm hareketleri ve mekansal ayrışma üzerinden temellendirilmiş. Fakat bana çok fazla didaktik ve tek yönlü geldi. Anlattığı herşeye sonuna kadar katılmama rağmen şeytan olarak sunulan karşı tarafa biraz daha söz verilmeli bence.