17 Kasım 2013 Pazar

Benim Hüzünlü Orospularım- Gabriel Garcia Marquez





Marquez'in uzun zamandır bir kitabını okumak istiyordum. Sonunda bu isteğimi gerçekleştirmeye   
kütüphanemdeki "Benim Hüzünlü Orospularım" ile gerçekleştirmeye karar verdim. Öncelikle adından dolayı toplu 
taşıma araçlarında ve toplum içinde okurken oldukça kınandım. Neyseki ince bir kitaptıki çabuk bitti. 
Yazarın başyapıt olan diğer eserlerinden birisiyle Marquez'i okumaya başlamak belki daha doğru olurdu diye 
düşünüyorum. Çünkü Marquez'i bu eseriyle bahsedildiği kadar etkileyici bulmadım. Ama diğer eserlerinide 
mutlaka okuyacağım. 

Kitaptaki roman karakteri, 90. doğum gününü kutlamaya hazırlanan yaşlı bir gazeteci ve yazar, müzik
eleştirmeni ve kendi deyimiyle bir haber şişiricisidir; aynı zamanda devlet okullarında İspanyolca grameri ve Latince hocalığı da yapmıştır. Kitabın ilk bölümünde karakter geçmişini ve kendini anlatıyor. Kendini; çirkinliği, çekingenliği ve çağ dışılığı ile fersahlarca uzaktan fark edilebilen, hayatta hiçbir becerisi, parlak hiçbir yanı olmayan, soyu tükenmiş birisi olarak tanımlıyor. Sömürge döneminden kalma bir evde, annesiyle babasının yaşayıp öldüğü yerde, hayatını ömrünün sonuna kadar kadınsız ve parasız olarak geçirdiğini anlatıyor.  Tüm hayatını yalnız geçiren ve yanında kendisine aşık sadık hizmetkarı Daminia dan başkası olmadan bu şekilde öleceği günü bekleyen bu adam, aslına bakarsanız bir kere evlenmeye kalkışmış, Kaçak Gelin’in erkek versiyonu olarak sırra kadem basmıştır evlilik günü. Tüm hayatını genelev mahallesinin müdavimi olarak geçirmiş, iki kez yılın müşterisi seçilmiş, ömrünce hiçbir kadınla para vermeden yatmayan yaşlı adamın şimdi tek bir düşüncesi vardı: 90. doğum gününde kendine bakire bir yeni yetme ile aşk gecesi hediye etmek... 
Doksan yaşını yazdığı Pazar yazısında bunun yazdığı son yazı olduğunu da ekliyor ve istifasını veriyor hayata. Tam veda etmeye hazırlanırken, eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesi olan Rosa Cabarcas’ı arıyor ve bu isteğine uygun bir kız bulmasını istiyor eski dostundan. 
Romanın giriş kısmından gelişme bölümüne girmesi genelev patroniçesinin ona bulduğu ve uyuması için kediotu katılmış bromür içirdiği, sabahları fabrikada düğme dikerek yaşayan 14 yaşındaki kızın olduğu odaya girmesi ile başlıyor. Yatağın üzerinde anadan doğma çıplak ve korumasız bir halde gördüğü kızı o gece sadece hayranlıkla seyrediyor.
Romanın dönüm noktası adını bilmeyip de Delgadina  adını verdiği genç kızın odasına girmesi ve onu görmesidir. Márquez belki de karakterini 90 yaşına bastırdığı gece olan bu değişimi gerçekten manevi bir ölüm ve yeniden doğum olarak görüyor ve bunu da romanının bu kısmında okuyucuya hissettirmeyi başarıyor. 
Roman, karakterin 90 yaşında aşkı keşfetmesi, cinselliğe farklı bir bakış açısı, sahiplenme, koruma, şefkat duygularıyla ilk kez tanışması ve arınan bir aklın yeniden doğuşunun hikayesi olarak devam etmektedir. Yaşlı gazeteci, hayatındaki bu sevinç veren değişimi herkesle paylaşır. Bu değişimleri anlatırken dikkat çeken bir nokta, sabaha kadar seyrettiği Delgadina’nın hayali ile onu görmediği zamanlarda da onunla yaşıyormuş gibi zamanını geçirebilmesi. 
Kitabın ismi Benim Hüzünlü Orospularım olduğu halde okuyucunun tahmin ettiği gibi kitap, orospu olarak adlandırılan kadınların hayatlarına ışık tutma maksatlı yazılmamış, bu bakımdan toplumsal mesaj verme gibi bir kaygısı yok. Sadece son kısımlarında eski anılar şeklinde bir grup kadının hayatını çok kısaca tasvir ediyor. Yazar kitabın içinde yazmayı düşündüğü bir kitaptan bahsediyor, bu kitabın adı da Benim Hüzünlü Orospularım. Şöyle söylüyor karakterimiz: Bir keresinde bu yatak öykülerinin başıboş hayatımın sefil yanlarını anlatacak bir kitap için iyi bir malzeme olacağı gelmişti aklıma, kitabın adı da gökten inivermişti sanki: Benim Hüzünlü Orospularım.Oysa ki kitapta okuduğumuz üzere yazar, karakter ile kendini özdeşleştirmiş ve bu şekilde bir cümle yazmış ise, kitapta yatak öykülerini değil, 90 yaşında yaşadığı ilk aşkı anlatıyor. 


Son olarak, kitaptan derlediğim alıntılara yer vermek istedim:

"Biliyorsun, Delgadina, şöhret çok şişman bir hanımdır, hiçbirimizle yatmaz, ama uyandığımızda hep yatağın karşısında bize bakmaktadır."
(Sayfa 68)

"Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir."
(Sayfa 69)

"Üzerimde tamirci tulumum çıkarmadan, yıkanmadan, traş olmadan, dişlerimi fırçalamadan bütün bir hafta geçirdim, çünkü, insanın üstünü başını birisi için düzelttiğini, birisi uğruna giyinip kokular süründüğünü aşk çok geç öğretmişti bana."
(Sayfa 81)

"İnsanın sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması imkansız."
 (Sayfa 93)



3 Kasım 2013 Pazar

Fotoğrafın Kısa Tarihi, Walter Benjamin, Fotoğrafta Sürrealizm, Eugene Atget

Bu yazımda artık bir klasik olan kütüphanemde okunmayı bekleyen kitaplar serisinin nacizene bir parçasından bahsedeceğim. Sanırım bu yazım eğitiminide aldığım fotoğraf konusunda ele alacağım ilk yazı olacak.



















Bir buçuk yıl önce  İzmir 9 Eylül Üniversitesi- Sanat Bölümü yüksek lisans sınavlarına girmeyi düşünürken Fotoğraf Bölüm Başkanı Beyhan hocanın önerdiği kitap listesinin içindeki kitaplardan biri olan Fotoğrafın Kısa Tarihi uzun bir zaman yine kütüphanemde okunmayı bekleyenler listesindeydi. 15 gün önce sebebini bilmediğim bir şekilde kitap beni çekti ve alıp okumaya başladım.

Beklediğimden çok daha basit ve anlaşılır bir dili olan kitap zaten ince olduğu içinde kolayca bitti.
Kitabın beni etkileyen kısmı sanırım Eugene Atget bölümü. Bu yazıda da bu bölümü ele alacağım.
Öncelikler biraz Eugene Atget'ten bahsedeceğim.




Jean Eugène Auguste Atget
(d. 12 Şubat 1857, Libourne, Bordeaux yakınları-ö. 4 Ağustos 1927, Paris, Fransa), fotoğraf 
sanatçısı. Paris'e ve Parislilere ilişkin resimleriyle 20. yüzyılın en etkili fotoğrafçılarından biri 
olmuştur.
Yaşamı bundan sonra, Paris ve çevresinde resimlenmeye değer ne gördüyse hepsinin fotoğ-
rafını çekmekle geçirdi. Demir parmaklık, çeşme, heykel, ağaç görüntülerinden çeşitli fotoğraf 
dizileri hazırladı. Dükkan cephelerini ("Sepet ve Süpürge Dükkanı, Paris", 1910), vitrinleri 
("Üniformalar, Haller, Paris", y. 1910) ve yoksul satıcılar ("Gezici Abajur Satıcısı", y. 1910) 
görüntüledi.
Basit ya da sıradan pek az fotoğrafı vardır. Yaklaşık 1920'de çektiği "Café ‘La Rotonde,’ 
Montparnasse Bulvarı, Paris" adlı fotoğrafı içinde hiçbir insanın bulunmamasına karşın lirik
ve insani bir nitelik taşır. Yaklaşık 1910 tarihli "Dev, Fête du Trône, Paris" onun garip ve in-
sanı tedirgin eden görüntüleri yakalamadaki ustalığını gösterir. Belli başlı müşterileriyse, ta-
rihsel yapı ve anıt fotoğraflarını satın alan müzeler ve tarih kurumlarıydı.
Atget I. Dünya Savaşı sırasında ve daha sonraki yıllarda yoksul düştü. Ama 1921'de, yaşamı 
boyunca gelen az sayıdaki iş önerilerinden birini aldı: Paris genelevlerini belgeleyecekti. Bu 
çalışma sırasında "Genelev, Versailles" (y. 1921) gibi usta işi fotoğraflar çekti. 1926'da, Paris'
te yaşamakta olan ABD'li ressam ve fotoğrafçı Man Ray, Atget'nin "Vitrin: Terzi Mankenleri"
 (y. 1910) ve "Kuaför, Avenue de l'Observatoire, Paris" (y. 1920) adlı fotoğraflarını gördü. O-
nun vitrin camlarındaki yansımaları kullanmadaki ustalığına, bu yansımalarla elde ettiği karışık
 görüntülere hayran kaldı ve onun dört fotoğrafını La Révolution Surréaliste dergisinde yayım-
landı. Atget'nin yaşamı boyunca yayımlanan yapıtları yalnızca bunlardı.
Atget son yıllarında pek az yapıt verdi. 1900'lerden sonra ekmek, şeker ve süt dışındaki yiye-
ceklerin tümünün zehirli olduğuna inanarak yalnızca bunlarla beslenmişti. Bu yıpratıcı rejim ve 
zorlu çalışmalarla geçen uzun yıllar onu fiziksel açıdan oldukça güçsüz bıraktı. Tüm yaşamını 
paylaştığı kadının 1926'da ölmesinden sonra bütünüyle yalnız kaldı ve yardıma muhtaç duruma 
düştü. Ölümünden sonra, New York'ta sanat yapıtlarının alım satımıyla uğraşan Julien Levy ile 
Man Ray'in yardımcısı ABD'li fotoğrafçı Berenice Abbott, onun koleksiyonunun kalan bölümü-
nü satın aldılar. Bu koleksiyon bugün New York'taki Modern Sanatlar Müzesi'ndedir.


Kitapta Eugene Atget bölümünde Atget'in ilk sürrealist etkilerin görüldüğü fotoğraflarından şu şekilde bahseder:
" Atget- büyük manzaralara ve sözüm ona nişane değerindeki görünümlere-hiçbir zaman prim vermemiştir; fakat, sıra sıra dizilmiş konçlu çizmelere, akşamdan sabaha kadar el arabalarının sıralar halinde ya da öbek öbek dizilmiş olduğu Paris avlularına, binlercesi yan yana duran, üstü temizlenmemiş tabaklarla dolu eski masalara ve ya kocaman 5 rakamı dış cephesinin dört ayrı yerinden görünen... caddesindeki 5 numaralı randevu evine de asla kayıtsız kalmamıştır. Üstelik daha dikkat çekici olanı, bu fotoğrafların hemen hepsinin bir ıssızlığı yansıtıyor olmalarıdır. Porte d' Arcueil' deki surlar boştur; zafer takının merdivenleri, avlular, teras kafeler boştur; aynı şekilde Place dy Tertre de, her yer boştur.
Fotoğrafı çekilmiş olan bu yerlerde bir tenhalık görülmez, ama sessizlik vardır; bu resimlerdeki şehir, henüz yeni kiracısını bulamamış bir ev gibi tertemiz silinip süpürülmüştür. Bunlar, sürrealist fotoğrafçılığın, siyasal eğitim almış göze bir alan açarak ve bunun karşısında, detayların aydınlatılması uğruna her türlü mahremiyetin kurban edildiği, çevre ile insan arasına hayırlı bir yabancılık koyduğu türden etkilerdir. Apaçıktır ki, bu yeni bakış en azından, çok anlaşılır biçimde değerinden çok şey kaybetmiş temsli portre çekimindeki eğilimi özümsemiştir. Öte yandan, insan görüntüsünden vazgeçmek fotoğrafta akla gelebilecek en güç şeydir."
(Sayfa 26-27)

25 Ağustos 2013 Pazar

Pedofili Üzerine Yazılmış 3 Kitap: Cennetimden Bakarken, Babam Öldüğünde Ağlamadım ve Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor


Cennetimden Bakarken

İlk bahardan beri okuduğum kitabımı sonunda bitirebildim. Kitap çok sevdiğim yazlık komşumuz çocukluk arkadaşımın babasının bana armağanı olduğu için benim için büyük bir manevi değeri vardı. Çünkü bu küçük hediye o kadar kibar, ince bir davranış ki kitabı okumadan büyük bir sempati besledim. Fakat okumaya başladığımda kitabın öyle pekte mutlu edici bir hikaye olmadığını anladım. Filmide olan kitabın konusu şöyle :

14 yaşındaki Susie Salmond, okuldan eve dönerken seri katil olan komşusu tarafından tecavüz edilerek öldürülmüştür. Susie, gittiği "öteki dünya"dan yaşadığımız dünyada geride bıraktıklarını, sevdiklerini, ailesini izlemektedir. İçinde bulunduğu cennet betimlemeleri ile cennetinden cinayetinin açığa çıkmasını, katilini, ailesini ve arkadaşlarını seyretmekte ve cinayetinden sonra yaşanan olayları kendi gözünden anlatmaktadır.
Fakat kitapta betimlemeler ve kitabın anlatım dili -belkide çevirmenin başarısızlığı nedeniyle- okurken beni oldukça sıktı. Öncesinde de dediğim gibi kitabın manevi değeri benim için oldukça büyük olduğu için kitabı ısrarla bitirdim. Fakat benim için cidden sancılı bir dönem oldu.



Babam Öldüğünde Ağlamadım

Çocuk tacizi demişken 14 yaşında komşumuzun kütüphanesinde bulup okuduğum, çok etkilendiğim bu kitaptan bahsetmemek olmazdı diye düşünüp bu kitaba da yazımda yer ayırmak istedim.
Kitap küçük yaşta öz babası tarafından tacize uğrayan yazarın kendi hayatı. Okurken sanırım beni en çok aşağıdaki şiir etkilemişti.

Baba, biliyor musun, ne yaptığını bana
Sen bekaretimi bozdun
Bir gecede baba
Ben daha on yaşındaydım
Sen odama süzülüyordun
Tekrar tekrar
Öyle acıyordu ki baba
Ben daha on yaşındaydım
İçinde bana yer yoktu, baba
Benim köprülerimi yıkıyordun
Çocukluktan kadınlığa
Ben daha on yaşındaydım
Dört acımasız yıl
Hor kullanım ve gözyaşları
Nasıl olgunlaşacaktım baba
Sorumlu olmayo öğrenmek ve seçmek
Ben daha on yaşındaydım
Sen beni sığınaklarımdan zorla çıkarıyordun
Ben yüzüme bir kitap tutuyordum
Ve, "hiç olmamışı" oynuyordum, baba
Senin bedenimi parçalamanı
Arzularımı ve kendimi
Şimdi sen öldün, baba
Çaresiz sandın beni
Acıların içinden yolculuğuma
Bu yolculuğun her kavşağında
Gölgeler kafama biniyorlardı
Ümitsizce kadın ve anne olmak istiyordum ben
Hissiz bacaklarımın arasında seni unutmak
Ancak çamaşır yıkarken bile
Kendimi çocuksu hissediyordum
Ve o kadar yersiz
Çünkü; her adım savaşa dönüşüyordu, baba
Tüm yaşam gücümü tüketiyordu
Bekaretim öldüğünden beri
Bir geceden sonra ve bir zamandan
O zaman ben on yaşındaydım 
Sen beni zaptettin, baba
Şimdi ben elli yaşındayım
O zamandan beri hala ağlıyor, savaşıyorum
Beni lanetlediğinden beri
On yaşında kalmaya......




Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor

Bu yazımı son olarak 3 yıl önce okuduğum çok beğenip Görsel Kültür dersi kitap kapakları konusunda da ödev olarak derse götürdüğüm Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor kitabı ile bitirmek istedim.
"Ensesti, çocuk istismarını ve cinsel tacizi merkeze alan roman, 13 yaşındaki Malvina'nın ağzından yazılmış. Arka planda kendini çok da belli etmeden ilk aşkını yaşıyor Malvina, ama bu ilk aşk büyükbabanın tacizinin gölgesinde kalıyor. Malvina ne kadar konuşmak istese de asla bağıramıyor, kısık sesini de kimse duymuyor ya da duymayı "seçmiyor", ne Malvina'yı her gün büyükbabasını ziyaret etmek zorunda bırakan babası, ne ilgisiz annesi, ne güya iyi anlaştığı ağabeyi, ne de -ölüp gitmeden- torununu pek bir sever görünen babaannesi. Malvina'nın yaşadıklarından utanç duymamayı ve yüksek sesle bağırmayı öğrenmesi çok zaman alıyor, ama nihayet bağırdığında ablası, erkek arkadaşı, en yakın arkadaşı ve dedesinin göçmen komşusu sesini duyuyor. Duyacak birileri mutlaka oluyor.
Genç Alman yazarın ödül manyağı bu ilk romanı kısa, son derece akıcı bir dille yazılmış, su gibi akıp giden bir kitap, ama aynı zamanda akıp gitmeyen, okuması zor, sık sık büyükbaba katili olma düşlerine daldırıcı, rahatsız edici, bunaltıcı, tam da bu nedenlerden okunması elzem bir kitap" demiş severek takip ettiğim Çavlan Erdost bloğunda. 
Fakat kitapta beni en çok etkileyen kullanılan metaforlardı. Malvina kırmızı başlıklı kız, tacizci büyükbaba ise kurt. Kitaba göre suç klasik hikayedeki kurttan ziyade o ormanın tehlikeli olduğunu bile bile kızı büyükanneye yollayan annede yani aslında ülkemizde çocuk tacizlerinde en önemli nokta ailenin diğer bireylerinin bunu görmemezlikten gelmesi. Oldukça enteresan okuduğum dönemde beni etkileyen kitaplardan birisi idi.
Son olarak çok rahatsız edici olduğunu bildiğim ama gerçekten yaşadığımız dünyanın belkide en mide bulandıran ve can yakan kötülüklerinden olan pedofili konusunu seçmenin bir blog içinde pekte eğlenceli olmadığının bilincinde olarak bu yazıyı ele aldım. Ama doğan her canlının ömrü boyunca Edip Cansever'in dizelerinde dediği gibi "gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor" diyebilmek ve çocukluğunu mutlu yaşayıp, ömrü boyunca bu güzel çocukluk dönemi hayalleri üzerine bir gelecek kurabilmesi temennisiyle yazımı sonlandırıyorum.


4 Ağustos 2013 Pazar

Ömer Hayyam- Rubailer...





Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.

Madem yarattı dünyayı, evrenin sahibi
Neden yukledi ona, kusur ile eksiği?
Güzel yaratıldıysa, yıkmak neden
Çirkinse bu seldiler, kimindir ayıbı?

Bugunden yarınlara senin elin erişmez,
Yarını düşünüşün boş bir hülya, bunu bil!
Eğer bir parça aklın başındaysa şu anı
Ziyan etme, ömrünün kalanı belli değil...

Hayyam! Şarap ile mest isen, keyfine bak,
Bir ay yüzlünün yanındaysan, keyfine bak,
Dünyanın sonu yokluktur, varsay ki yoksun;
Mademki varsın şimdi, keyfine bak.

Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim;
Ceyhun nehri kanlı gözyaşımızdır bizim;
Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler,
Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim.

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle;
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.

Tanrı bizi çamurdan yarattığı zamanda
Biliyordu işimiz dünyada ne olacak.
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir,
O halde kıyamette beni niçin yakacak!...

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz;
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?

Dün geldi: Nedir aradığın? dedi bana:
Bensem, ne bakarsın o yana bu yana?
Kendine gelde düşün, içine iyi bak:
Ben senim, sen ben; aranıp durma boşuna!

Cennette huriler varmış karagözlü;
İçkininde oradaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz;
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Öldürmek de, yaşatmak da senin işin;
Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin.
Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat?
Beni böyle yaratan sen değil misin?

Dünyaları değişmem kızıl şaraba;
Ay da ondan sönük; çoban yıldızı da.
Şarap satanların aklına şaşarım:
Ondan iyi alınacak ne var dünyada?

Cennet olacakmış, ne günah var, ne yasak,
Gül, huri, şarap, akarsu, bal... Keyfine bak.
Öyleyse ne korku var içip sevdikse?
Mademki işin sonunda buymuş olacak!

Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan;
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
Ölmemek elimizde değil ki bizim:
İyi yaşamamak beni korkutan.

Bilmem , Tanrım, beni yaratırken neydi niyetin,
Bana cenneti mi, cehennemim mi nasip ettin;
Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı birde yeşil çimen
Bunlar benim olsun, veresiye cennette senin.

İki günde bir ekmek, kazanırsa insan,
Kırık testiden bir yudum serin su, içerse o insan,
Neden kul olsun daha eksik birine?
Neden hizmetçi olsun, dengine o insan?

1 Ağustos 2013 Perşembe

Mutluluk Projesi- Ev


    Mayıs ayından beri, ev değiştirdikten sonra kendimi tamda dekorasyona vermişken, yaklaşık bir ay önce d&r indirim reyonunda bu kitapla karşılaşmam denk geldi sanırım. Daha önce Rubin'in mutluluk projesi kitabı komşularımızda görmeme rağmen hiç ilgimi çekmemişti. Sanırım yaş ilerledikçe kendi doğrularımızı yaşayarak oluşturduktan sonra kişisel gelişim kitaplarına pekte gerek duymuyor insan.  Hayat zaten acıda olsa tatlıda olsa öğretiyor, olacak olduktan sonra iyide olsa kötüde olsa oluyor diyerek kaderci bir yaklaşıma bürünüyoruz. Tüm bu bakış açılarına rağmen sanırım uzun süredir devam eden ev dekorasyonu merakım sanırım indirime girdiğinide görünce seçimimde büyük rol oynadı. Yeni eve çıkmam sonrası eve gelen babane ziyareti sonrası bir bucuk ay ablam ve arkadaşlarımda kaldığım için kendimi duruma alıştırmam için arabeske kaçsada "yuva insanın kendisini mutlu hissettiği yerdir"ve evime olan özlemimi yansıtan kitabın temel amacı "evinizi sıcak bir yuvaya nasıl dönüştürürsünüz" söylemleride sanırım kitabı seçmemde ayrıca önemli faktörler oldu.
   Kitabı ilk elime aldığımda gercekten cok keyif alarak okudum. Fakat sonrasında öncelikle havuzda yere düşüp ıslanması talihsizliği sonrasında kurutmama rağmen çok rahat okuyamamam ve bir süre sonra anlatılan herseyin kendini tekrarlamasıda bir çok bölümü gereksiz görüp atlayarak okumama neden oldu. Yazarın sürekli eşi ve çocuklarından bahsetmeside sanırım kendimi kitapla pek özdeşleştirememe ve kitaptan uzaklaşmama neden oldu. Onun dışında okuduğum bölümlerden çok keyif aldım. Tatil dönüşü bir çok aldığım notu uygulama kararı aldım. Sanırım kitap ve aramdaki ilişkiden bu kadar bahsetmem yeterli, yazımın bundan sonrasında kitaptan sevdiğim bir kaç bölüme yer vermek istiyorum. 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
   -Kendimizi çevremizdeki şeylere yansıtmalıyız. Benliğim, bedenimin içine hapsedilmiş değildir. Yaptığım ve çevremde olan her şeye uzanım halindedir. O şeyler olmadan ben de ben olamam.
- Carl Jung, C. G. Jung Speaking
(Sayfa 27)

- Isa Mesih şöyle demiş: 'Hazineniz, yüreğinizin de olduğu yerdedir.'
(Sayfa 39)

-"İnsanların edinimleriyle olan ilişkisine bir 'şeyi' özel kılanın ne olduğuna dair harika bir çalışma okumuştum," diye devam ettim. Varılan bulgu, verilen önemin genellikle nesnelerin kendisine değil, o nesnenin çağrıştırdığı anılara yönelik olduğuydu."
   "Yani bu durumda babamın hissettiği o bağlılık o şarap şişesine değil, bir bağa yaptığı ziyarete, yenen harika bir yemeğe ya da her neyse o şeye yönelik oluyor."
(Sayfa 52)

- Görüştüğümüz kişilerin bazısı, özel nesneler ilişkin sorduğumuz şeylerden rahatsız olmuş ve bize maddeci olmadıkları, nesnelerin kendileri için bir şey ifade etmediği yönünde cevaplar vermeye başlamıştı.(...) Onlara göre mesele nesneler değil, insanlardı. Nesnelerin sembolik dolayımlarına dönük ve doğrudan insan ilişkileri lehine olan bu tepki bize önce akla yatkın geldi ama sonra (...) maddesel akygılar karşısında dostluğu yüceltme eğiliminde olan bu insanların çoğunun en yalnız ve en izole yaşam sürenler olduğunun farkına vardık. (...) İnsanlarla bağları olanlar, bu bağları elle tutulabilir objelerde temsil etme eğilimdeydi.
   Bu bana çok doğru gelmişti. Bende önemli ilişkileri ve deneyimleri kalıcı anılara dönüştürmek için edinimleri ya da nesneleri kullanıyordum. Objeleri öylesine toparlayıp biriktirmek anlamsızdı ama öte yandan bir edinim, ancak ben onu sahip olduğum şeyler arasında farklı bir yere koyarsam önem kazanıyordu.
(Sayfa 53)

- Düzen, cennetin ilk yasasıdır.
Alexander Pope
(Sayfa 53)

-Yıllar önce, bir yetişkin olarak aldığım büyük ya da küçük derslerden oluşan, Ergenlik Sırları başlıklı bir liste tutmaya başlamıştım. Buna yeni eklemeler geldi:
*Bir şey, sırf başkaları için eğlenceli olması nedeniyle benim içinde eğlenceli değildir.
*Aleni olanı yakalamak inanılmaz derece yararlı ve şaşılacak derece zordur.
*Eski dostlara ve yeni dostlara ihtiyacınız vardır.
*A noktasından B noktasına ilerlemenin en kolay yolu, en zor yolu zorlamak değildir.
*Acıyı önlemek çamurda ilerlemeye çalışmaktan (kelimenin anlamı ve benzetme açısından da) kolaydır.
*Nereden başladığın, nereye varacağın konusunda önemli fark yaratır.
*Önemli bir doğrunun tersi de doğrudur.
*Bir değişime girmek, dinlenmek kadar iyidir.
*Bir şey söylemek, doğru şeyi söylemekten  daha önemlidir.
*En iyi okuma yeniden yapılan okumadır.
*Dışta düzene ermek içteki huzura katkıda bulunur.
(Sayfa 54)

- Sanat neredeyse orası yuvadır.
Emily Dickinson
(Sayfa 75)

- Seven kişi hesap tutmaz.
Azize Thérésa
(Sayfa 79)

-Romantik çiftlerin birbirinde en iyiyi bulmayı umma ve bu ideal yanları geliştirmekte birbirini besleme eğilimine 'Michellangelo Etkisi' denir, çünkü Michellangelo mermer kütlelerinden çok güzel figürler yaratmıştır.
                                                                                                                                                  (Sayfa 89)

- İçte iyiysen, dışa daha da iyi yansır.
Simon Patrick,İşler
(Sayfa 127)

7 Temmuz 2013 Pazar

Game Of Thrones Favori Sahnelerim...

Bende çoğu insan gibi Game of Thrones delisiyim evet :) Yaklaşık bir yılda bölük pörcükte olsa ilk iki sezonu bitirdim. Son sezonsa sanırım iki gunde diziyi izlemek dışında herhangi bir şey yapmayarak bitti. Favori ilk üç karakterimse Khalessi, Half Man ve Arya Stark. Diziden sevdiğim sahneleri paylaşmadan edemedim.