17 Kasım 2013 Pazar

Benim Hüzünlü Orospularım- Gabriel Garcia Marquez





Marquez'in uzun zamandır bir kitabını okumak istiyordum. Sonunda bu isteğimi gerçekleştirmeye   
kütüphanemdeki "Benim Hüzünlü Orospularım" ile gerçekleştirmeye karar verdim. Öncelikle adından dolayı toplu 
taşıma araçlarında ve toplum içinde okurken oldukça kınandım. Neyseki ince bir kitaptıki çabuk bitti. 
Yazarın başyapıt olan diğer eserlerinden birisiyle Marquez'i okumaya başlamak belki daha doğru olurdu diye 
düşünüyorum. Çünkü Marquez'i bu eseriyle bahsedildiği kadar etkileyici bulmadım. Ama diğer eserlerinide 
mutlaka okuyacağım. 

Kitaptaki roman karakteri, 90. doğum gününü kutlamaya hazırlanan yaşlı bir gazeteci ve yazar, müzik
eleştirmeni ve kendi deyimiyle bir haber şişiricisidir; aynı zamanda devlet okullarında İspanyolca grameri ve Latince hocalığı da yapmıştır. Kitabın ilk bölümünde karakter geçmişini ve kendini anlatıyor. Kendini; çirkinliği, çekingenliği ve çağ dışılığı ile fersahlarca uzaktan fark edilebilen, hayatta hiçbir becerisi, parlak hiçbir yanı olmayan, soyu tükenmiş birisi olarak tanımlıyor. Sömürge döneminden kalma bir evde, annesiyle babasının yaşayıp öldüğü yerde, hayatını ömrünün sonuna kadar kadınsız ve parasız olarak geçirdiğini anlatıyor.  Tüm hayatını yalnız geçiren ve yanında kendisine aşık sadık hizmetkarı Daminia dan başkası olmadan bu şekilde öleceği günü bekleyen bu adam, aslına bakarsanız bir kere evlenmeye kalkışmış, Kaçak Gelin’in erkek versiyonu olarak sırra kadem basmıştır evlilik günü. Tüm hayatını genelev mahallesinin müdavimi olarak geçirmiş, iki kez yılın müşterisi seçilmiş, ömrünce hiçbir kadınla para vermeden yatmayan yaşlı adamın şimdi tek bir düşüncesi vardı: 90. doğum gününde kendine bakire bir yeni yetme ile aşk gecesi hediye etmek... 
Doksan yaşını yazdığı Pazar yazısında bunun yazdığı son yazı olduğunu da ekliyor ve istifasını veriyor hayata. Tam veda etmeye hazırlanırken, eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesi olan Rosa Cabarcas’ı arıyor ve bu isteğine uygun bir kız bulmasını istiyor eski dostundan. 
Romanın giriş kısmından gelişme bölümüne girmesi genelev patroniçesinin ona bulduğu ve uyuması için kediotu katılmış bromür içirdiği, sabahları fabrikada düğme dikerek yaşayan 14 yaşındaki kızın olduğu odaya girmesi ile başlıyor. Yatağın üzerinde anadan doğma çıplak ve korumasız bir halde gördüğü kızı o gece sadece hayranlıkla seyrediyor.
Romanın dönüm noktası adını bilmeyip de Delgadina  adını verdiği genç kızın odasına girmesi ve onu görmesidir. Márquez belki de karakterini 90 yaşına bastırdığı gece olan bu değişimi gerçekten manevi bir ölüm ve yeniden doğum olarak görüyor ve bunu da romanının bu kısmında okuyucuya hissettirmeyi başarıyor. 
Roman, karakterin 90 yaşında aşkı keşfetmesi, cinselliğe farklı bir bakış açısı, sahiplenme, koruma, şefkat duygularıyla ilk kez tanışması ve arınan bir aklın yeniden doğuşunun hikayesi olarak devam etmektedir. Yaşlı gazeteci, hayatındaki bu sevinç veren değişimi herkesle paylaşır. Bu değişimleri anlatırken dikkat çeken bir nokta, sabaha kadar seyrettiği Delgadina’nın hayali ile onu görmediği zamanlarda da onunla yaşıyormuş gibi zamanını geçirebilmesi. 
Kitabın ismi Benim Hüzünlü Orospularım olduğu halde okuyucunun tahmin ettiği gibi kitap, orospu olarak adlandırılan kadınların hayatlarına ışık tutma maksatlı yazılmamış, bu bakımdan toplumsal mesaj verme gibi bir kaygısı yok. Sadece son kısımlarında eski anılar şeklinde bir grup kadının hayatını çok kısaca tasvir ediyor. Yazar kitabın içinde yazmayı düşündüğü bir kitaptan bahsediyor, bu kitabın adı da Benim Hüzünlü Orospularım. Şöyle söylüyor karakterimiz: Bir keresinde bu yatak öykülerinin başıboş hayatımın sefil yanlarını anlatacak bir kitap için iyi bir malzeme olacağı gelmişti aklıma, kitabın adı da gökten inivermişti sanki: Benim Hüzünlü Orospularım.Oysa ki kitapta okuduğumuz üzere yazar, karakter ile kendini özdeşleştirmiş ve bu şekilde bir cümle yazmış ise, kitapta yatak öykülerini değil, 90 yaşında yaşadığı ilk aşkı anlatıyor. 


Son olarak, kitaptan derlediğim alıntılara yer vermek istedim:

"Biliyorsun, Delgadina, şöhret çok şişman bir hanımdır, hiçbirimizle yatmaz, ama uyandığımızda hep yatağın karşısında bize bakmaktadır."
(Sayfa 68)

"Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir."
(Sayfa 69)

"Üzerimde tamirci tulumum çıkarmadan, yıkanmadan, traş olmadan, dişlerimi fırçalamadan bütün bir hafta geçirdim, çünkü, insanın üstünü başını birisi için düzelttiğini, birisi uğruna giyinip kokular süründüğünü aşk çok geç öğretmişti bana."
(Sayfa 81)

"İnsanın sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması imkansız."
 (Sayfa 93)



3 Kasım 2013 Pazar

Fotoğrafın Kısa Tarihi, Walter Benjamin, Fotoğrafta Sürrealizm, Eugene Atget

Bu yazımda artık bir klasik olan kütüphanemde okunmayı bekleyen kitaplar serisinin nacizene bir parçasından bahsedeceğim. Sanırım bu yazım eğitiminide aldığım fotoğraf konusunda ele alacağım ilk yazı olacak.



















Bir buçuk yıl önce  İzmir 9 Eylül Üniversitesi- Sanat Bölümü yüksek lisans sınavlarına girmeyi düşünürken Fotoğraf Bölüm Başkanı Beyhan hocanın önerdiği kitap listesinin içindeki kitaplardan biri olan Fotoğrafın Kısa Tarihi uzun bir zaman yine kütüphanemde okunmayı bekleyenler listesindeydi. 15 gün önce sebebini bilmediğim bir şekilde kitap beni çekti ve alıp okumaya başladım.

Beklediğimden çok daha basit ve anlaşılır bir dili olan kitap zaten ince olduğu içinde kolayca bitti.
Kitabın beni etkileyen kısmı sanırım Eugene Atget bölümü. Bu yazıda da bu bölümü ele alacağım.
Öncelikler biraz Eugene Atget'ten bahsedeceğim.




Jean Eugène Auguste Atget
(d. 12 Şubat 1857, Libourne, Bordeaux yakınları-ö. 4 Ağustos 1927, Paris, Fransa), fotoğraf 
sanatçısı. Paris'e ve Parislilere ilişkin resimleriyle 20. yüzyılın en etkili fotoğrafçılarından biri 
olmuştur.
Yaşamı bundan sonra, Paris ve çevresinde resimlenmeye değer ne gördüyse hepsinin fotoğ-
rafını çekmekle geçirdi. Demir parmaklık, çeşme, heykel, ağaç görüntülerinden çeşitli fotoğraf 
dizileri hazırladı. Dükkan cephelerini ("Sepet ve Süpürge Dükkanı, Paris", 1910), vitrinleri 
("Üniformalar, Haller, Paris", y. 1910) ve yoksul satıcılar ("Gezici Abajur Satıcısı", y. 1910) 
görüntüledi.
Basit ya da sıradan pek az fotoğrafı vardır. Yaklaşık 1920'de çektiği "Café ‘La Rotonde,’ 
Montparnasse Bulvarı, Paris" adlı fotoğrafı içinde hiçbir insanın bulunmamasına karşın lirik
ve insani bir nitelik taşır. Yaklaşık 1910 tarihli "Dev, Fête du Trône, Paris" onun garip ve in-
sanı tedirgin eden görüntüleri yakalamadaki ustalığını gösterir. Belli başlı müşterileriyse, ta-
rihsel yapı ve anıt fotoğraflarını satın alan müzeler ve tarih kurumlarıydı.
Atget I. Dünya Savaşı sırasında ve daha sonraki yıllarda yoksul düştü. Ama 1921'de, yaşamı 
boyunca gelen az sayıdaki iş önerilerinden birini aldı: Paris genelevlerini belgeleyecekti. Bu 
çalışma sırasında "Genelev, Versailles" (y. 1921) gibi usta işi fotoğraflar çekti. 1926'da, Paris'
te yaşamakta olan ABD'li ressam ve fotoğrafçı Man Ray, Atget'nin "Vitrin: Terzi Mankenleri"
 (y. 1910) ve "Kuaför, Avenue de l'Observatoire, Paris" (y. 1920) adlı fotoğraflarını gördü. O-
nun vitrin camlarındaki yansımaları kullanmadaki ustalığına, bu yansımalarla elde ettiği karışık
 görüntülere hayran kaldı ve onun dört fotoğrafını La Révolution Surréaliste dergisinde yayım-
landı. Atget'nin yaşamı boyunca yayımlanan yapıtları yalnızca bunlardı.
Atget son yıllarında pek az yapıt verdi. 1900'lerden sonra ekmek, şeker ve süt dışındaki yiye-
ceklerin tümünün zehirli olduğuna inanarak yalnızca bunlarla beslenmişti. Bu yıpratıcı rejim ve 
zorlu çalışmalarla geçen uzun yıllar onu fiziksel açıdan oldukça güçsüz bıraktı. Tüm yaşamını 
paylaştığı kadının 1926'da ölmesinden sonra bütünüyle yalnız kaldı ve yardıma muhtaç duruma 
düştü. Ölümünden sonra, New York'ta sanat yapıtlarının alım satımıyla uğraşan Julien Levy ile 
Man Ray'in yardımcısı ABD'li fotoğrafçı Berenice Abbott, onun koleksiyonunun kalan bölümü-
nü satın aldılar. Bu koleksiyon bugün New York'taki Modern Sanatlar Müzesi'ndedir.


Kitapta Eugene Atget bölümünde Atget'in ilk sürrealist etkilerin görüldüğü fotoğraflarından şu şekilde bahseder:
" Atget- büyük manzaralara ve sözüm ona nişane değerindeki görünümlere-hiçbir zaman prim vermemiştir; fakat, sıra sıra dizilmiş konçlu çizmelere, akşamdan sabaha kadar el arabalarının sıralar halinde ya da öbek öbek dizilmiş olduğu Paris avlularına, binlercesi yan yana duran, üstü temizlenmemiş tabaklarla dolu eski masalara ve ya kocaman 5 rakamı dış cephesinin dört ayrı yerinden görünen... caddesindeki 5 numaralı randevu evine de asla kayıtsız kalmamıştır. Üstelik daha dikkat çekici olanı, bu fotoğrafların hemen hepsinin bir ıssızlığı yansıtıyor olmalarıdır. Porte d' Arcueil' deki surlar boştur; zafer takının merdivenleri, avlular, teras kafeler boştur; aynı şekilde Place dy Tertre de, her yer boştur.
Fotoğrafı çekilmiş olan bu yerlerde bir tenhalık görülmez, ama sessizlik vardır; bu resimlerdeki şehir, henüz yeni kiracısını bulamamış bir ev gibi tertemiz silinip süpürülmüştür. Bunlar, sürrealist fotoğrafçılığın, siyasal eğitim almış göze bir alan açarak ve bunun karşısında, detayların aydınlatılması uğruna her türlü mahremiyetin kurban edildiği, çevre ile insan arasına hayırlı bir yabancılık koyduğu türden etkilerdir. Apaçıktır ki, bu yeni bakış en azından, çok anlaşılır biçimde değerinden çok şey kaybetmiş temsli portre çekimindeki eğilimi özümsemiştir. Öte yandan, insan görüntüsünden vazgeçmek fotoğrafta akla gelebilecek en güç şeydir."
(Sayfa 26-27)